Oblomovluğa son!

16389151_10154430281977903_336925018_o

Yeni bi blog açınca adettendir ya, müstakbel blogcu arkadaş, “Neden bir blog açıyorum, ha, bi sorun bakalım, niye yazıyorum?” diye başlar ve anlatır da anlatır. Şimdi ben de, ortak da olsa bir blog açıyorum ya, benim de bir sebep bulmam gerek tabii, “Efendim, şundan dolayı, bundan dolayı şeyttiriyorum” diye döktürmem lazım… İnsanlara “Vay be!” dedirtmem, durup dururken sanki böyle bir bloğa çok ihtiyaçları varmış gibi düşündürtmem lazım…. Velakin arkadaşlar, insan bu kadar mı yeteneksiz olur, düşündüm düşündüm, hiç bir ulvi sebep bulup buluşturamadım! Hatta üstüne üstlük, “Yazmasan herkesin hayrına olur kızım, vakitlerini boşa harcamazlar” kanaatine bile vardım. Ama gel gör ki, işler her zaman öyle olmuyor. Bazen insan aşk uğruna fedakarlık yapmak zorunda kalıyor!!! Benim fedakarlığımsa, tamamen cebir ve hileyle oldu! Şöyle;

Josep, ki sevgilim olur kendileri, uzun zamandır başımın etini yiyordu “Birlikte bi blog açalım Zeliş, hadi bak ne güzel olur, birbirimizin kültürünü, izlenimlerimizi, gözlemlerimizi yazarız, kültürlerimiz arasında köprü kurarız” falan diyordu. Ben de, “Ya harika olur Cuzepçim, açalım valla, ehü ehü” yapıp, oyalıyordum. Ancak tabii tahmin edebileceğiniz gibi, bugüne kadar kılımı bile kıpırdatmadım. Ama sonunda anladım ki, kaderden kaçış yokmuş!!!

Yeni yıla İstanbul’da, maaile girmeye karar vermiştik. Yılbaşından birkaç gün sonra, vapurla Kadıköy’den Beşiktaş’a geçiyorduk. Reina saldırısı olmuştu. İkimiz de hüzünlüydük. Buz gibi soğuk hava ve yağmur hüznümüzü daha da çoğaltıyordu ama yine de kendimizi eğlendirmeye çalışıyorduk. Beşiktaş Çarşısı’nda dolaştıktan sonra, çok sevdiğimiz Çukurcuma’da biraz keyiflenmek niyetindeydik. Derken, vapurun salonundaki iki genç enstrümanlarını çıkarıp hüznün dibine vurduran şarkılar çalmaya başladılar… Ben, “Sen bekle Cuzepçim, ben şu veletleri döviim de gelim!” dedim. Yerimden kalktım ama öyle tatlılardı ki, dövmekten vazgeçtim, vazgeçmekle kalmadım üste para bile verdim ve yerime dönüp, “Dayağı boşver, hadi ağlayalım en iyisi!” dedim. Zaten ben zırt pırt ağlayan bi tipimdir. Gezi Parkı’ndan beri de, paldır kültür devrilen memleket yüzünden ıslak gözlerle dolaşıyorum. Laf aramızda, iyi oluyor, herkes “Ne güzel gözlerin var” deyip duruyor!

Neyse, o gün Josep, ben ve ıslak gözlerim eve döndükten sonra, bir baktım bizimki bir şeyler çiziktiriyor. “Ne yazıyorsun öyle, söyle nedir, nedir?” diye sordum. Sormaz olaydım, meğer blog için bir şeyler karalıyormuş. Vapurda o etkilenmiş ki, o sırada hissettiklerini mutlaka yazmalıymış, en azından unutmamak için kaydetmeliymiş… İşte böyle, artık bir blogumuz var ve benim yazmaktan başka çarem yok. Dahası, onun yazdıklarını Türkçe’ye çevireceğim, o da benim yazdıklarımı Katalanca’ya… Oysa ben Oblomov’u hayatımın kahramanı ilan etmiş, bizzat onun gibi yaşamanın erdemlerini elaleme ispat etmeyi, hayatımın biricik gayesi edinmiştim. Fakat adam Avrupalı! Çalışmayı en büyük erdem bellemiş bir kültürden geliyor. “Beni bozar abi bu!” diyorum ama bir taraftan da seviyorum keratayı. İşim zor anlayacağınız!

 



Deixa un comentari

L'adreça electrònica no es publicarà. Els camps necessaris estan marcats amb *

Aquest lloc està protegit per reCAPTCHA i s’apliquen la política de privadesa i les condicions del servei de Google.

Aquesta entrada s'ha publicat dins de Istanbul per fonti | Deixa un comentari. Afegeix a les adreces d'interès l'enllaç permanent